top of page
Yazarın fotoğrafıÖzden DUMANLI

Bir Göçmenlik Hikayesi


Göçmenlik denildiğinde akıllara önce Cem Karaca’nın 1984 yılında çıkarttığı “Gastarbeiter” (Misafir İşçiler) şarkısı gelir. Karaca, şarkıya şu sözlerle başlar: “Biz işçi istedik, onlar insan gönderdi.” Bu söz, esasen İsviçreli yazar Max Frisch’e aittir ve o dönemde işçi göçmenlere yönelik dışlayıcı tutumun da mottosu olmuştur. 60 yıllık göçün öznesi olan Türkler, bir taraftan aidiyet sorunları yaşamış, diğer taraftan Türk-Alman toplumları arasında bir köprü oluşturmuştur.

Berlin Duvarı’nın tarihini aşağı yukarı herkes bilir. 1961-1989 yılları arasında duvarın şehri ikiye böldüğü bu süreç, aynı zamanda Türkiye’den de yüzlerce göçmenin işçi olarak Almanya’ya gittiği döneme tekabül eder. Duvarın ayakta kaldığı 28 yıl boyunca belki de Duvarın hikayesini en çok yaşayan Türkler olmuştur. 1983 yılında Yozgat’tan Berlin’e göç eden Osman Kalın’ın yaşadıkları buna örnek olabilir. O dönemde Almanya kanunlarına göre Duvarın doğu ve batı tarafında belirli bir kısım, iki bölgeye de ait sayılmayan ‘tarafsız’ bölge olarak kabul edilirdi. Bundan istifade eden Osman Kalın da 1983’te duvarın hemen yanı başındaki tarafsız bölgeye önce bahçe, ardından da gecekondu yapmıştır.


Fotoğraf: Özden Dumanlı, Kreuzberg,13.05.2016


Duvarın hemen kıyısındaki hayatlar, Osman Kalın’ın gecekondu hikayesi ile sınırlı kalmamıştır. O dönemin fotoğraflarına baktığınızda Duvarın hemen yanında sebze yetiştiren, yün eğiren göçmen kadınları görmek de mümkündür.


Kaynak: “Hatice Abla'nın meyve sebze yetiştirdiği şu küçük köşe... Berlin Duvarı'nın en canlı ve bereketli köşesiydi. (1988).” https://twitter.com/diaspora_turk, paylaşım tarihi: 22.08.2016


Alman müzisyen Herbert Grönemeyer’ın dediği gibi “Ev, bir yer değil, bir duygudur.” Bunu en iyi anlatan belki de 1974 yapımı “Otobüs” filmidir. Filmde dokuz Türk göçmenin işçi olarak Stockholm’e getirilmesi ve yaşadıkları kültürel ve zihinsel farklılık, görünür hale getirilmiştir. Otobüs şoförünün, resmi işlemleri yapacağı gerekçesiyle, göçmenlerin pasaportlarını ve paralarını alıp oradan uzaklaşmasıyla, göçmenler, kentin en işlek meydanına park edilmiş otobüsün içinde tutsak kalırlar. Dolandırıldıklarını anlamaları ve açlığın da etkisiyle bilmedikleri bir dünyayla baş başa kalırlar ve medeniyetin icatlarıyla boğuşurlar. Film boyunca, içinde bulundukları otobüs, göçmenler için bir ev, bir sığınak, güvenli bir alan olmuştur ve en ufak bir bilinmezlikle karşılaştıklarında yine evleri olarak benimsedikleri otobüse dönme gereği duymuşlardır.

Alman gazeteci Günter Wallraf, 1983’te göçmen işçilerin içinde bulunduğu şartları araştırmak için, kılık değiştirip iki yıl boyunca “Levent Ali Sinirlioğlu” takma adıyla Türklerin arasında çalışmış, nihayet “En Alttakiler” ismiyle yayımladığı kitabında, "Bir yabancının neler çektiğini ve insanları aşağılamanın nerelere kadar gittiğini öğrendim. Ancak hala göçmen bir işçinin bunlarla nasıl baş edebildiğini anlamış değilim.” yazmıştır. Göçmenlik, adeta bir ‘buğulu cam’ halidir. Ne sen dışarısını net olarak görebilirsin ne de sana dışarıdan bakanlar, içini tam olarak görebilir. Göçmenlik, bir gün içinde iki farklı ülkede yaşamak gibidir; sabah Almanya’ya yola çıkıp akşama kadar çalışmak, akşam olunca evine yani Türkiye’ye geri dönmektir.

Hiç şüphesiz 2. Dünya Savaşı ve sanayileşmenin artmasıyla ivme kazanan göç konusu, artık küresel bir meseledir. Göçü ve göçmenleri reddetmek, bir sorun olarak görmekten öte, kalıcılığı ve devamlılığını içselleştirmeli, göçle beraber gelen sorunlara, toplumların üzerindeki etkilerine odaklanmalı, uyum politikalarını ivedilikle yaygınlaştırmalıyız.








117 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


bottom of page